Bu sayfadasın: Anasayfa Eleştiriler Yorgun Anılar Zamanı

Eleştiri Yorgun Anılar Zamanı

Ayşe Sarısayın / Yorgun Anılar Zamanı / Öykü / Can Yayınları

Kitabın adı, öykülerin ötesinde, onları aşan çağrışımlar yaratıyor. Bendeki ilk çağrışım, belirsizliği estetik yönteme çıkaran, tarihi ve belleği silmeyi hedefleyen postmoderne karşı, insan beleğine, böylece anımsamak - unutmak kavram ikilisine işlevini geri veren öykülerden oluşan bir kitabı elime aldığım düşüncesi oldu. On öyküyü okuyunca, henüz birincisinde, bu düşüncemin beni yanıltmadığını saptadım.

İlk öykü kitabı Denizler Dört Duvar (2003) ile Yunus Nadi Ödülü’nü kazanan Ayşe Sarısayın’ın, beklemeden ikinci kitabıyla okurun karşısına çıkması, bir yerde, kendisine bağlanan umutları, ilk kitabın uyandırdığı beklentileri karşılıyor. Bu iyi. (2001 basımı Her Şey Yarım Hâlâ adlı ilk kitabının bir anı kitabı olduğunu da anımsayalım.) Çok okunan ve yazılan bir evde yetiştikten sonra, yılları alan meslek ve yaşam düzeni Ayşe Sarısayın adının edebiyat dünyamızda biraz geç görünmesine yol açmış olsa da, benim için o henüz genç bir öykü yazarı. Bu yüzden, onun öykülerinde belleğe, anılara eğilmesini, postmodern belirsizliğe karşı genç bir yazarın tepkisi olarak önemsiyorum.

Beyinbilim ve Sinirbilim gelişmeleri, bellek konusunda yeni verilere, yeni bilgilere ulaşıyor. En önemli bulgulardan biri, belleğin işleyiş biçimini topografik yöntemle olduğudur. Bu açıdan, hayvan belleği ile insan belleği arasında benzerlik söz konusu. Arkaik zamanlardan beri hayvanlar avladıkları, buldukları ve topladıkları besinleri, karınları doyduktan sonra ya da daha sonra, örneğin kışın yemek üzere, bir yere saklarlar. Aradan aylar geçse de, belleklerinde o yerin haritası çizilidir ve o yeri gereksinim halinde anımsarlar. Beslenmek üzere dostdoğru, günler, haftalar önce yemlerini sakladıkları gizli yere giderler. Sakladıklarını çıkarıp, karınlarını doyururlar.

Bellek, harita soyutlamasıyla, topografik bir işleyip gösterir. İnsan belleğinin bu açıdan hayvan belleğinden önemli bir ayrımı yoktur. Ancak, beyninin daha katmanlı, daha karmaşık, daha çok yönlü ve boyutlu ilintilendirme yeteneği dolayısıyla, çıkardı sonuçlar da belki (yeterince bilmediğimiz) hayvan beyninden daha karışık işlemlerle sonuçlara varabilir. İnsan belleği de, önemli ölçüde topografik yöntemle, harita usulü işlemektedir. Bellek, yaşanan ve algılanan mekânları kazır katmanlarına, özellikle uzun erimli anımsama işlevini yerine getirirken. Belleğin bu özelliği arkaiktir. Ama günümüze dek nitel bir değişime uğramamıştır. İlk kez bulunduğumuz bir kentte, bir semtte aradığımız adrese ilk kez giderken, mekânsal nişanlar koyarız, yeniden geldiğimiz zaman (daha kolay) bulalım diye.

Bu uzunca giriş, aslında Ayşe Sarısayın’ın öykülerine bir yorum zeminidir, diye düşünüyorum. Öykülerdeki anlatan ben’in belleği de, anımsamayı mekânlar üzerinden işletiyor. Çocukluk anıları mekânlara, yani evlere, odalara bağlı olarak canlanıyor, ancak oradan kişilere geçiyor. (Ruhsal çözümlemenin babası Sigmund Freud da, çocuklukta yaşanan ve bilinçaltına inen olayların anımsanmasını sağlamak için, bilinçaltı küllerinden önce mekânları ortaya çıkarma yöntemini geliştirmiştir.)

Mekânlar, her öykünün başına belgi olarak konulan şiir alıntılarında da yansıyor. “Düşündükçe o sokağı, o evleri.” “Gökyüzü Masalları” adlı ilk öykünün başında Behçet Necatigil’den alınan dörtlüğün son dizesindeki, o sokak, o evler, belirleyici. Bu öyküde anlatan ben, iki gün önce tanıdığı Gülseren ile bu adın çağrıştırdığı, yıllar öncesinin okul arkadaşı Gülderen’i anımsıyor. İki gün gibi kısa bir süre önce tanıdığı Gülseren’i de mekân üzerinden anımsıyor. Bu, açık bir mekândır. Bir düğün için yaptığı giysi alımından sonra, yorgun argın eve dönerken, geçtiği parkta, ağaçların serin gölgesinin çekiciliğine kapılıp, bir bankta Gülseren’in yanına oturmuştur. Çocukluk arkadaşı Gülderen ile anılar daha çok, Gülderenlerin evinde, anıların biriktiği o tek göz odada, annesi Nagehan Teyze’nin okuduğu masallar, yaptığı keklerle bellekte, küllerinden doğrulacaktır. Bu öyküye kurgulanan Kibritçi Kız masalı da o çocukluk günlerinin, o evde anlatılmış masalı ve anısıdır. Ama aynı zamanda bu öykü çerçevesinde anımsanmasında elbette masaldaki yoksul kızın, mekân olarak, yılın son gününün buz gibi soğuk sokağında çıplak ayak dolaşması, çocuk belleğine kazınmıştır. Yazar gibi anlatan ben de, çocukluk anılarının ötesinde, yaşantı birikimli. Çocukluk anılarına, ama aynı zamanda ilk aşklara, ilk evliliğe, öğrencilik yaşamına içinde bulunduğu yaşam anından gidip geliyor. Dolayısıyla bu öyküler, çağrışım ya da anımsama yöntemiyle geçmiş ve şimdiki zaman dilimlerini birbirine kenetliyor.

“Atları da Vururlar” öyküsünde, çocukluğun evi, orada da özellikle konuk odasıdır, ulaşılmak istenen anıların mekânı. Bu mekân aynı zamanda anlatan ben’in düşler ve masallar dünyasına geçiş aralığıdır. Bilinçaltının çocukluk yaşantılarıyla düşlerin, masalların iç içeliği, Sarısayın’ın öykülerinde gerçekle düşlemin, geçmişle şimdi anın geçişliliğini de beraberinde getirir. Anlatan ben, yetişkin bir kadındır, yaşam deneyimlerine sahiptir, ama bilinçaltının küllerini eşeledikçe yeniden ortaya çıkan bir çocuktur. Çocukluğun düşleri, masalsı beklentileriyle yetişkin kadının yaşamı arasında anlatım gerginliği doğar. Bazen de küllenmiş çocukluk karabasanları, -henüz okula gitmiyordur-, ergen bunalımları açıklayabilir:

“O evde iki yıl daha oturduk. Eskici, hemen her akşamüstü kahverengi atıyla birlikte kapımızın önünden geçti. ‘Eskiciiii…’ diye bağıran sesini duydukça pencereye koştum, beni yiyen ata baktım tül perdenin ardına gizlenerek.” (s.28). Tekneden balık ekmek yenen, bira içip şarkı söylenen sokaklar, dışarısıdır sevinç ve mutluluk mekânı, evli kadın için. Bu öykünün başında yer alan Can Bahadır Yüce’nin satırları, “Gökte ısrarlı bir aşk imgesidir at/ve masmavi yelesi neden-”, düşünde küçük kızı yiyen at ile ergen kadının yaşadığı aşk arasında yol da oluşturur. Buradan hemen “İki Ters, İki Yüz” öyküsüne de bağ kurulabilir. Odasından dışarıya çıkmayan “Kızım sevdiği adama evimizin anahtarını veriyormuş düşünde.” (s.35). Yine düş, bu kez karabasan değil de, özlenen sevgili ve yine ev, düşteki sevgiliye verilen evin anahtarı annenin kendi gençliğini anımsaması, ev, tren vb. mekânlar. Tren hattıyla sınırlanan yaşam (mutluluk?) dünyası, deniz (açıklığı, serin mavisi), umutların mekânı, yakın ama rayların ötesi, yani sınır ötesi. Evlik uğruna vazgeçilen meslek, sonra gelen ayrılık ve ufak kız çocuğuyla tekrar “baba evi”ne dönüş ve iki ters iki yüz kavramının simgelediği o ev içi, devinisiz, değişimsiz yaşam. Salt kızına odaklı. Anneye sır olan demiryolu üzerinde hareket eden mekân olarak, annenin hiç özlemediği, kızının bindiği ve kentin bir ucundan öbürüne gide gele yazgısı olan tren: bir kafesten kurtulmak ister gibi, uçup gitmek ister onun penceresinden kız.

“Maçka Palas”, evin adı, bodrum dairesi, çocukluk anılarının biriktiği mekânlardan biri, Meserret Teyze ile Sedat Amca’ların evi. Ne güzel konukluk saatleri yaşamıştır anlatan ben, çocukluk yıllarında anne babası ve kardeşiyle ev gezmelerine geldiği bu evde, bu evin mutfağında, oturma odasında. Ve Meserret Teyze ile Sadık Amca’nın ayrılmasıyla anlam değiştiren, yakınlık e sıcaklık imgesiyken, uzaklık ve soğukluk imgesi haline dönüşen ev, kesilen ev ziyaretleri, küçük kıza artık sunulmayan güzel yiyecek içecekler. Meserret Teyze arada onlara geldiğinde artık neşeli değildir, attığı kahkahalar yitmiştir. Ama coşkunun, tutkunun simgesi kırmızı karanfil, anlatan ben’de kalmıştır, gönlünde uzatır onu anılarda kalan insana, insanlara.

“İlk Öyküm” adlı öykünün çerçevesini de, bir mekân belirler: denize yakın bir kahvede oturduğu masa, diğer masadaki öbür kadın ve gelişir, oradan hareketle, ikisinin belleğinde yaşam çizgileri, kimileyin koşut, kimileyin kesişerek. “Yalnızlık Çeşitlemesi” başlıklı ikinci bölümdeki beş öyküde kocası erken ölmüş dul kadın, evliliği mutsuz süren ev kadını, ayrılmayı mutsuz evliliği sürdürmeye yeğleyen genç kadın ve büyüttüğü, genç kız ettiği kızı dolaylarında kurulan öykülerden oluşuyor. Bütün bu kadınlar için mekân olarak ev, baba evi, kadın dünyasını sınırlayan, bazen kadını zincirleyen mekân olgusu. İlk öyküde, “Bugün Günlerden Ne?”, anlatan ben, Muzaffer Hanım, çocukluğuna, mutlu evliliği dedenin erken ölümüyle kesilmiş büyükanneye, düş aracılığıyla ulaşıyor. Yine o çocukluğun evinde, büyükannenin gelinliği giyilen odada.

Ölene sevgi, yalnızlığı gidermiyor, tersine artırıyor. Anneannenin mutlu evliliğinin simgesi gelinliğe işlenmiş inciler. Muzaffer Hanım aynı düşte aynada kendisini aynı gelinlikle, ama inciler yok olmuş, görüyor. Büyükannenin aksine, mutsuz evliliği Muzaffer Hanım’ın düşündeki aynada yansıyor. Mutsuz ama o çocuğuyla, özellikle torunuyla mutluluk buluyor. Aslında Raşit Bey ile evliliğini kanıksamış, tatmadığı mutluluk usuna düşmez.

“Ufukta Tek Kurşun” adlı öyküde köprü hem anıların nişangâhı, hem de anılarda ve şimdide birleştiren ve de ayıran simgesel/imgesel mekân. Belgi olarak öykünün başına Behçet Necatigil’in “Kurşun” adlı şiirinden alınan satırlardaki “siper” ve “pusudaki tepeler”, bu öyküdeki mekânların imleri. Necatigil’in bu şiirinde şu satırlar da var: “Diyelim kurtardık hayatı/Ya ansızın yalnızsak/Ya külçeleşir de ayaklar/Yürüyemez olursak?”

Öyküdeki dış mekan da dumanlı, puslu, sanki pusudaki mekândır. Ve külçeleşen ayaklar, bir arkadaşın cenazesine yürüyemez. “Nerede ve kiminle olursan ol, hep hayatımda ol, ölene kadar.” Sevilen insanın bu sözlerinin üzerinden beş gün geçmiş ve ölüm gelmiştir.

“İsmiyle Müseccel: Fatma Dilber”, mutsuz ve kısa süren evliliğinden sonra, küçük kızıyla baba evine dönen kızı Muzaffer Hanım’ın öyküsü. Baba evi, anılarda onun tutsak edilmiş, zincire vurulmuş kadınlık yaşamının mekânıdır. Bu mekândan, ancak kendisi gibi zincire vurulmasını istemediği kızıyla zihinde ve ona kurduğu yaşam tasarımlarında kurtulmayı arar. Bunun için de, anneannenin itirazına karşın, onu yüksek öğrenime İzmir’e yolcu eder, otogar ve uzaktaki İzmir, Üniversite, öğrenci yurdundaki yaşam, özgürlük çağrışımlarıdır.

“Tersyüz” adlı öyküde artık Raşit Bey, Muzaffer Hanım da öldükten sonra, yapayalnız kalmıştır (“Yaşlanınca inceliyor yalnızlık”, Hilmi Yavuz). Evden dışarı çıkamayan bir yalnızlık elle tutulur olmuştur. Oysa, bu yalnızlığı karısıyla da bir ömür paylaşmıştır, hem kendi yalnız olmuş, hem de onu yalnızlığına hapsetmiştir. Şimdi haftada bir-iki temizlikçi kadının, arada bir kızının uğradığı bu mekânda, anıları onu hâlâ kaçırdığını sandığı mutlu evlilik fırsatına, Keriman’a götürür. Bu anıların mekânları, okul, üniversite ve sinema salonudur.

Sinema salonunun karanlığı, düşlenen mutluluğun aydınlığına ulaşılamayacağını gösterir. Ve yaşama sevinçli, dışa açık Keriman’ı, kendinden ileride gören bir erkek kompleksiyle, ondan uzaklaşır. Evine, kocasına bağlı bir kadınla evlenir, ama ondaki yaşam sevincini de bu mekâna sıkıştırıp, havasız bırakıp boğduğu için, evlilik mutluluğu olarak düşündüğü, akşamdan akşama bir ufak kadehle karısının da kendisine eşlik etmesi mutluluğunu hiç yaşayamaz. Karısı ona sadece mezelerini hatırlayıp, kendisini geri çekecektir. Yalnız geçen bir evlilikten sona, şimdi artık tek başınadır ve anılarını yorar durur. Keriman’lı anıları, kaçan mutlulukları. Arada uğrayan kızı, o kapıdan içeriye adım atmak istemez, ama zorla da olsa biraz alıkor onu, ne de olsa babasıdır, fazla direnemez. Ama kızının girmek istememesi, genç yaşında kapatıldığı kafesten ürküdür yalnızca. Kitabın son ve en kısa öyküsü “Baştan Alalım”, baştan sona bir anımsama. Dul anası bahçede yayılmış çamaşır yıkarken, kasabalı bir delikanlının, onu şehvet duyarak dikizlemesini ve bunu kapalı kasaba delikanlılarının kaba sözleriyle arkadaşlarına aktarmasını, kadının henüz ergenliğe adım atmış atmamış oğlu duyar ve evin tek erkeği olarak namusuna dokunur. Anasına bir daha bahçede çamaşır yıkamayı yasaklar. Bu çocukluk anısının mekânı, kasabadaki ev ve bahçesi.

Anıların haritasını oluşturan mekânlar, evler, odalar, mutfaklar, bir yandan da Türkiye toplumu gibi, hâlâ erkek egemen bir toplumda, kadını kapatan, zincirleyen, benlik ve kimlik gelişmesini engelleyen mekânlar olarak algılanıyor bu öykülerde. Bahçe, park, sokaklar, meydanlar, kent, deniz vb. bu bağlardan kopulmayı da simgeliyor. Bu bağların gevşemesi, kurtuluş olanakları, kitapta yer alan on öykü bir bütün olarak düşünüldüğü zaman, kuşaktan kuşağa, en genç kuşağa doğru artıyor. Ayşe Sarısayın, bir yıl arayla çıkardığı bu ikinci öykü kitabında, daha özgüvenli, daha sağlam ve duru bir anlatıma ulaşıyor. Anlatım, yer yer şiirsel bir deyişe ulaşıyor, ama bu gerçek bağını soyutlamıyor.

Şiirsel deyişlerin, en azından bende, zaman zaman Behçet Necatigil’i çağrıştırması, yadırganacak bir şey değil. “İki Ters, İki Yüz” adlı öyküden –arka kapağa da alınan– bir örnekle bu yazıyı noktalıyorum:

“İki ters, iki yüz… Sokaktan biri geçti az önce, karşı eve girdi. Rahatladım, daha erken, katlanamayız birbirimize. Koyu karanlıklarda belki, aynı yatakta bedenlerimiz sakınarak uyurken. Erken sabahlarda biraz, henüz uyku mahmurluğundan sıyrılmadan. Bayramlarda, zorunlu aile ziyaretlerinde, kısa sürelerde, ancak.” (s.40).

Yüksel Pazarkaya

geri