Bu sayfadasın: Anasayfa Eleştiriler Bir şiir ve bir şiir eleştirisi

Eleştiri Bir şiir ve bir şiir eleştirisi

Eleştiri Günlüğü  FETHİ NACİ

Bir şiir ve bir şiir eleştirisi 

Bir şiir 
Adam Sanat'ın Mayıs 2001 sayısında Cevat Çapan'ın bir şiiri var, günlerdir okuyorum. Cevat Çapan, şiirinde bir "ses" yakaladı, o sesteki saklı hüzün, o, hafif sesle, sanki birinin kulağına söyler gibi söyleyiş... "Bir duman yükseliyor fırının bacasından" derken Ahmet Muhip Dıranas'a, "yeldirmesi külrengi" derken Behçet Necatigil'e yolladığı selâm... Bu şiiri okurlarımın da okumasını istedim.


SABAH OLDU SABAH OLDU 
Bir duman yükseliyor fırının bacasından
kim bilir neler mırıldanıyor Arapkirli Medet
karşısına geçmiş pırnal ateşinin?
Dışarda sakız ağacına tünemiş kırlangıçlar,
kahvenin önünde ilk trene yetişecek
yolcuları bekliyor kaptıkaçtılar.
Kendi çayını kendi demler Medet-
küçük kızı tulum peyniri getirmiş evden,
yeldirmesi külrengi-
Gün doğuyor kanlar içinde
Saman Dağlarının ardından.
Açıkta ağ topluyor balıkçılar.
"İşte bizi bu deniz getirdi,"
diye anlatırdı annem
balkonda yün örerken.
Kahvenin kuytusunda
"Dünya bir gölgeliktir"i söylüyor
Konya Ereğlisinden Hüsam.

Bir şiir eleştirisi 

Necatigil ailesinden iki kitap birden: Behçet Necatigil'in Mektuplar'ı, evlat Ayşe Sarısayın'ın babasını anlattığı "Çok Şey Yarım Hâlâ". (İki kitap da YKY arasında çıktı, 2001.) Ayşe Sarısayın, Önsöz'de, şöyle diyor: "...Günün birinde yazmaya başlayınca, yıllarca neyi beklemiş olduğumu anladım. Babamdan bende kalanlara kendi yaşamımla, yaşanmışlıkla gerçeklik kazandırmayı beklemiştim galiba. Onu daha iyi anlayabilmek için, yaşamın farklı evrelerinden geçmeyi, sağlam dostlukları, sevgileri, hüzünleri, acıları yaşamayı beklemiştim. Evliliği, bir evin sorumluluğunu üstlenmeyi, çalışmayı, başarmayı, başaramamayı, bunalmayı, bir çocuğumun olmasını, onu büyütmeyi...-babamın evde çok sık söylediği gibi: "Yirmisinde mi erken, otuzunda belki!' ya da 'Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları'.- Yaşadıkça, her şey daha iyi oturdu yerli yerine, anılar canlandı sanki; şiirler ise yaşamın ta kendisi oluverdi. (...) Hayatı, onun şiirleriyle paralel yaşadım ve bir gün, onu yazmayı deneyebileceğimi hissettim."

Behçet Necatigil hep titiz, sabırlı, çalışkandı. Mektuplar'da bu titizlik bir defa daha kendini gösterdi: Tahir Alangu'ya 11 mektup, Oktay Akbal'a 10 mektup, Salâh Birsel'e 22 mektup, Kâmuran Şipal'e 10 mektup, Yüksel Pazarkaya'ya 29 mektup... Ve tek mektup yazdığı kişiler... Behçet Necatigil, belli ki, bu mektupların hepsinin kopyasını çıkarmış... (Bir de kendi savrukluğuma bakıyorum... Yıllar önce Arif Damar mektuplarımızı yayımlamıştı Varlık'ta, o dergiler bile yok ortada...)

Behçet Necatigil'in 11-12 Nisan 1977'de Edip Cansever'e yazdığı mektubu yayımlamak istiyorum; Necatigil'in nası titiz bir şair olduğunu, nasıl usta bir şair olduğunu gösteren bir belge. "Sevgili Edip Cansever," diye başlıyor mektup: "Cuma gecesi (8 Nisan 77) benim için Sevda ile Sevgi gecesiydi âdeta. Sevincimin serpintileri sürüyor. - Sana o gece kitabın son şiirinde o anda beni yadırgatan bir iki nokta üzerinde görüşlerimi belirtmek istediğimi söylemiştim. Sözümde duruyor, şimdi yazıyorum. Hoş karşıla, bağışla!" "Önce ansızın üçüncü mısraı yadırgamıştım: "Biz isteyelim istemeyelim sürüp gider böylece." - İtirazım "Biz isteyelim istemeyelim" sözlerinedir. Bence düzyazı için bile ağır bir bileşim bu. Şiirinin kaldıramayacağı kadar ahenksiz, hantal bir söyleyiş. "İsteyelim" dört hece, "istemeyelim" beş hece. Ritmik değil, kıvrak değil, uzun, yorucu, donuk. Ben olsam mısraı şöyle düzenlerdim. "İste, isteme sürüp gider böylece."

''İkinci bölümde 2. mısrada ben ''kalmış'' sözcüğünü atardım, çünkü 1. mısradaki ''unutmak'' saptamasında''kalmamışlık'' zaten var. Aynı uzatma, son bölümdeki ''yankısı gibi'' sözcükleri için de geçerli. Bir kere, bu iki sözcükte iki ''ı'', iki de ''i'' var ki bunlar birbirine yakın çıkaklı, bir kalın,biri ince iki sesli. Yani peş peşe söylenince, olunca tutukluk yapan dört ''yakın-sesli''. Ben olsam bu mısraı da şöyle kurardım: ''Ve çınlar her biri bir silâh yankısıyla.''

''Bu son bölümde (yani son iki mısrada) üç kez ''bir'' geçiyor. Bu da şiirin aleyhine değil mi sence? Son mısraın başındaki ''bir'' atılsaydı mısraın bir kaybı olmaz, aksine mısra daha esnekleşir, daha yaylanır, hem böylece (senin pek hoşlanmadığın) halk şiiri geleneğine de (4+4+3) yaslanmış olurdu. Son olarak, şiirin ilk mısraına dönüyorum: O  mısrada da ''bir'' kelimesi fazla bence, kaçınmasıdır. Kitaptaki haliyle bakınca, şiirde eksiz, ekli, bileşik, sekiz yerde ''bir''le karşılaşıyoruz.''

''Edip, sakın bu değinmelerimi bir ukalâlık, bir ''haddi tecavüz'' olarak alma! Bilirsin, her şair ''ben olsam''a, ''bana kalırsa''ya sığınarak kendi bildiğini okumaya, kabul ettirmeye kalkar. Benim bu satırlarım, bir dostluğa güvenerek, kendi görüşümü dile getirmek sadece. Zaten bir şiir, bütünüyle biz olsak, başkasının değil, bizim şiirimiz olurdu. Her şeyi kendimize benzetmek istesek farklılaşmalar, ayrılıklar olmazdı. Ben son şiir üzerinde duracağımı söylemiştim, durdum, durmaksa bu.''

''Bütünüyle kitabını (Sevda ile Sevgi, Koza Yayınları, 1977) kutlarım. Mektubuma içerledinse hemen yırt, at! İşin mi  yok, işimize bakalım!''
''Sevgiler, selâmlar.''

Behçet Necatigil ve Edip Cansever 

Edip Cansever'in böyle bir mektup karşısında nasıl bir tepki duyacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Behçet Necatigil, ne kadar iyi niyetle yazarsa yazsın, yazdığı o satırlar Edip'i çileden çıkarmıştır. Çünkü Edip'in en küçük bir eleştiriye bile tahammülü yoktu. Nitekim aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra bir akşam üstü Bebek'teki Bebek Bar'da içiyorduk: Ben, Edip, Rauf Mutluay, Behçet Necatigil, Mehmet H. Doğan... Galiba Turgay Gönenç de vardı. Edip'in oturduğu masada Edip ne yapıp yapıp sözü şiire getirirdi. Tabii, ardından kendi şiirine! Bir ara sözü  Behçet'in şiirine getirdi: ''Ben senin yazdığın şiirler gibi şiirlerin 4-5 tanesini beş dakikada yazarım!'' dedi. (Ben, ''Ayıptır be!'' dediğimi hatırlıyorum.) Bunu, şakayla karışık söylüyordu. Tabii, buz gibi bir sessizlik oldu. Edip bu densizliklerden pek hoşlanırdı. Nitekim Behçet Necatigil olayından birkaç yıl önce, Kulis'te ben, Nuri Akay, Edip Cansever, Selâhattin Hilav ve bir iki arkadaş içerken Edip sözü gene Nâzım Hikmet'e getirdi. (Nâzım'ın şiirleri YÖN  dergisinde yayımlanmaya başlamıştı. Birtakım şairler, Nâzım'ın yeniden ortaya çıkmasından pek hoşnut değildiler. Ben de YÖN'de ''Nâzım Hikmet tedirginliği'' başlıklı bir yazı yazmıştım.) Bir ara, tutamadı kendini, ''Bence Nâzım vasat bir şair'' dedi. Ben de cevap verdim: ''Nâzım vasat şairse sen de cüce şairsin!'' Edip çekti gitti, iki yıl konuşmadık. Sonra benim böbrek ameliyatım dolayısıyla hastaneye geldi, barıştık.

Behçet Hoca'dan söz açmışken sürdüreyim.

Bir akşam üstü, Cağaloğlu Yokuşu'nun başında, Rauf Mutluay'la ayaküstü sohbet ediyorduk. Birden Behçet Hoca çıkageldi. O günlerde Behçet'in Kareler adlı şiir kitabı çıkmıştı. Ben, ''Hoca, kare, üçgen derken bu gidişle şiiri yok edeceksin...'' diye takıldım, fena halde kızdı, homurdanarak gitti. Ve Behçet Hoca'dan hiç umulmayacak bir davranışta bulundu: Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü'nde benim hakkımda bilgi verilirken ''...İlk eseriyle toplumcu sanatın teorisini kurmaya savaşan, bilimsel yöntemle çalışan bir eleştirmeci olarak tanındı. Dost dergisinin bir soruşturmasında 1959 yılının en beğenilen eleştirmecisi seçilmişti...'' Behçet Hoca ''Dost dergisinin bir soruşturmasında 1959 yılının en beğenilen eleştirmecisi seçilmişti.'' cümlesini sözlüğünden  çıkardı... Öfkelenince fena öfkeleniyormuş sevgili Behçet Hoca... 



geri